Köpek sesleri bir harfe nasıl dokunur bilmem ama hüznü pompalayan şey hüznün gene kendisi. Satır başlarına koyduğumuz acılarla, başa taç olan acılar aynı üzümün iki çekirdeği. Yaşlanınca ellerin titrer diye çocukken ellerimi kıtlatmaktan vazgeçmediğim için mi bütün bunlar? Yoksa kepeğe karşı etkili acılarım var benim. Şimdi, bir neden sorusunu bir algoritma içinde değerlendiremiyorum. Neden olgusu tüm kavramlardan uzakta tutulmalı. Önemli doğal alanlar ve türler kapsamına alınmalı. Çerçevelettirip gökyüzüne asılmalı. Çünkü gerçekten bitmeyen neden yapmışlar. Çünkü gerçekten nedendir bunlar diyoruz. Çünkü gerçekten neden diye sorma fırsatını bize veren Şey ile tekrar tekrar hata yapma fırsatını verenle aynı. Piç hayallerim var demiştim zamanında. Sefaletin,acının,mazlumiyetin,aileden izinsiz içilen sigaranın, kardeşinin gelecek kaygısının, üzdüğüm insanların, tahta masaların, sebepsiz sancıların, gavurların kavramlarının, bilgi kirliliğinin, iletişim problemlerinin, toprağın ve gecenin ayakkabı kutularından yaptığı kulübenin de içinde olduğu piç hayallerim. Yaradan intiharı ve otu haram kılmasaymış ne güzel olurmuş diyorum bazen. Bundandır size duygularımı ifade etmeye çalışmamam. Her defasında diye başlayan cümlelerin devamı bumeranga gidiyor. Etkisi kısa süren sevgilerin dayanılmaz vurdumduymazlığı beni derinden yaralamıştır hep. Bir sahil kasabasında emekliliği geçirmek için sarf ettiğimiz çabalar dünyanın en gereksiz ve en aptalca çabaları. Yeni bir sekmede sana bakmak. Hayat mücadelesi diye bir şey olmadığı gibi geri alınan,ceterele ze yapılan tüm sakso cümleler bile ikna edici değil. İkna edici olan ikna..Kesinkes emin olduğumuz karakter ve kişiliklerimizin kavramlarını bile karıştırmışız. Hamd olsun üzgünüz kalıbını şantiyede kim kalıba soktuysa o ustanın nasr tutan yüreğini öpeyim.
Acı parantezine alabilme fırsatını bize ver. Yanlışın doğruyu, zulmün adaleti, kötünün iyiyi, siyahın beyazı siktiği şu dünyada, bunların doğurduğu piç kavramlar bizi yönetiyor. Sahra çölü kadar sahte olan fırsat eşitliği neden sorularına bir cevap olabilir mi? Acı kendinden daha büyük bir kavram doğurabilir mi sorusu sekizinci sınıf pozitivist tavırlar olmasaydı o doğan veya doğabilecek olan şeyi ekmeğe bandırıp yerdik. Adam yüreğinin neler doğurduğunu bilmek için, anadan,babadan,yardan geçmek değil de; küçük hesaplardan,ya ben napıyorum acabalarından ve tüm olumlu hallerden beraat etmeniz gerekir. İkna edici olan intihar girişimi onunla göz göze gelmek değil de bir sobalı evin çocuklara kazınmış izlerini bulmak olabilir.
Doğarken kulağımıza Müslüm okudular herhalde. Gene son güne bıraktık ölmeyi. Yakarsa bu dünyayı Şafiiler yakar diyordu Königsberg'li. Şarjın yüzde yüz olmadan evde çıkarsın ya hani, eşek oturur gibi bir telaş vardır üzerinde; hah o değil işte. İsyan ahlakı diye bir şey var mıdır bilmiyorum ama ahlaksızlık isyan olmamalı. Mahsun bir ifade yok insanlarda. Herkeste bir telaş, bir fenalık ,bir küflenmiş biber salçası tadı. Buz tutan anılarınızı hohlayarak canlandırabiliyor musunuz siz? Ben denemedim.
Ömrümüzün beğenmediğimiz kısımlarını editleyebilseydik bir ömür vakit isterdim buna. Hüzün viraliyim sanırım bu hayatta. Bahtımızı kim siyaha boyadıysa iyi boyamış, tinerle bile geçmiyor Sıfır dokuz uç aradığımız günlerin samimiyetini özler oldum. Sarı,turkuaz mavisi, kırmızı Atlas uçlu kalemler vardı yirmi sekiz Şubat döneminde. Odam kireç tuttuğu için mi yüzüm gülmüyor acaba? Nedendir bilmem bir beşerin bu kadar beşer olabilmesi. Zulüm ve sevgi aynı çeşmeden akıyorsa bize neden hep kireçli su geliyor ulan. Geçtiğim yollardan geri dönerken yollarda kalan gözlerimi buluyorum.
Kahve masasında geçirilen hayatlar var. Mesela samimiyetten gökyüzü yapsalar, güneşi kahve masasının yeşil örtüsü olurdu. Bir ayağı ötekilerden kısa olduğu için sallanan bir masanın altına kağıt koyulmaz Yılmaz, eski gazete koyulur. Rabbim beni sev.Kaleciyle karşı karşıya bırakma, biliyorum, çok farkla auta atarım.
Capslock tuşunu açık unutmuşum yüreğimde. Bazen babamı özlüyorum. Bazen fazla alıp yemediğim ekmeklerin ertesi güne küflenmesini. Masaya yapışmasın diye demliğin altına koyduğum bültenlerin samimiyetsizliğini. Ara sıra tırnak içine alamadığım alıntıları düşünüyorum. Hata yapma fırsatını Adem'e vereni.. Bir harfin cümle içerisinde gizlenmesini. Cevap hakkı doğmuyor acılara lâkin.. Kaşın gözün gereksizliğini, ötekileştirenin ne olduğunu. Ötekileştirmeyenin ne olduğunu. Dağlardaki keklikleri. Hazır mantıdaki kekikleri. Sağ omzumdaki melek okuma yazma bilmiyor. Orta Asya çingenelerine üzülüyorum. Alternatif acılar yeğliyorum. Alternatif sızıları. Alternatif olan ne varsa arıyorum. Başka dilde acıyı. Eski dilde yarayı. Allah kuluna kâfidir ama galü belayı hatırlamıyorum. Güncel hayat devam derken,yürürken,nefes alıp verirken,şükretmeyi, yetinmeyi sabretmeyi istiyorum. Yetinmeye yetinemiyor,sabretmeye sabredemiyorum. Bir su damlasının dörtte birinin ne kadar kaypak olabileceğini pasta dilim grafikler gösteremiyor mesela. Bileklerim ince ancak cilve de, kaderde eğreti duruyor. Bir son dakika haberi ile bölünsün istiyorum her zerrem. Parçalarım dahi bulunamasın. Bu kadar yaşanacak ne vardı sahi. Ertesi güne erteleyeceğim, yaşanmadık kaygılarımın üzerini de gazeteyle örtsünler. Cenazem yıkanmasın. Daha dün düş aldım.
Cumada siyahi afro bir gençle omuz omuza saf tuttum. Genç baştan tırnağa siyah abi, kapkara çocuk. Hayatımda ilk defa bu kadar siyahi biriyle tanıştım.İki tane telefonu vardı elemanın, ikisini de önüne koydu.Hutbeyi siklediği yoktu. Bitse de telefonlarıma kavuşsam bakışları atıyordu sağa sola. Şafiiydi. Islak ayaklarla yaşlı amcaların üzerinden geçtiği toz ve nemden oluşan hasıra baş koyduk, sadece O'nun önünde eğilir bu başlar diyerek. Davulların, deflerin ve caiz olmayan kına gecelerinin. Mevlüt okumaktan ciğeri solan ön lisans ilahiyat mezunlarının.Potansiyel çakmak hırsızlarının,suratsız esnafların, kafiye özürlüsü yeraltı edebiyatçılarının, anasına bacısına sövdüğüm sokup sokup çıkardığım fanzinlerin dahi anlam veremeyeceği bir olaydı bu, muazzam bir olaydı. Kanallar ve mavi bulvarlar boyunca hep normallik üzerinde düşünürdüm paytak adımlarımda.Gereğinden fazla normal davranmak, mesela siyahi biriyle karşılaştığınızda muhabbet etmek ve tanışmak durumunda kaldığımızda gereğinden fazla normal davranmak. Neden kelime israfı yapıyoruz. Neden o adama normalin üzerinde bir tavır sergiliyoruz ulan? Neden? Ekmek yerken, yürürken, sikimsonik acıları yaşarken, bir sabah ezanını , bir peygambere sövgüyü, bir misket bombasını, bir polis faşizmini , çocuk ölümlerini, siyaseti ve politikayı , kaypaklık ve menfaaat dolu müslüman kardeşliklerini , ümmetin malını öğrenciye satan teşkilat başkanlarını, tecavüzleri, alnında seccade nişanı olan faizhane baronlarını, leş şiirleri, ölüyü dirilten karıları, isal olup varoluş sancısı çekiyorum diyen gavatları, yaşamın tüm ihtimallerini, ataerkili dilinden düşürmeyip, ilk okuduklarıyla ana babasını tekfir eden islamcı kızları, öğrenci işlerini, evleri işaretli Alevileri, İsmet Özel'i, Ataol'u, Azam Ali'yi, Cey Cey Okoça'yı , susamın Hon Kong borsasındaki durumunu .. Neden normalin üzerinde karşılıyoruz. Neden kalü belada bunlar bize sinevizyonda izletilmiş gibi yaşıyor taklidi yapıyoruz. Neden kayda değer bir acımız yok ulan? Neden hayatı alttan alıyoruz. Neden her şeyi normalin üzerinde seyrediyoruz . Ben bu skalaya ayak uyduramıyorum, ben buraya ait değilim, beni bu hayattan çıkarın lütfen. Semt bizim ev kira, beden bizim ruh kira..
Bugün projemi aldım. Sanırım üniversiteyi bitiriyorum. Belki de bitmeyecek. Umrumda da değil. Şivan Perwer Diyarbakır güzel örümcek ağı. Sevgilim ne zaman buluşuyoruz? Ne zaman yer bildirimi yapmaya kalksam taklalı güvercinler aklıma gelir. Ben seni hiç taslaklara kaydetmedim ki.
Evimde üç tane ayım var. Elli kuruş atıp kazanmıştım makineden. Gene de isyan etmediler. Bim' den aldığım hazır salep içiyorum tadı bok gibi. Böyle bir roman havası olsa da oynasak diyorum çatır çutur varoluş sancılarımıza derman olsa. Gelecek kaygısını tereyağı ile kavurunca harika oluyor. Teyzemde Teoman'ın "17" adlı kaseti vardı yadıma düştü birden. Hayat ve ölüm arasında bir denge var. O dengeyi manevi bakış açısıyla yorumlayınca hep bir kasvet oluyor içimde. Aynı dengeyi materyalist kafayla kurmaya çalışıyorum hep bir eksiklik oluyor. Bu denge beni yoruyor. Bu denge acıtıyor. Bu denge beni sikiyor. Ağzıma alıyorum bu dengeyi. Bu dengenin ve tüm dengelerin zulümlere ait bir dekor olduğunu düşünüyorum. Kurbağa sikko bir öpüşle prens oluyor aklınız alıyor mu bunu? Benim de aklım bu dengeyi almıyor işte. Benim bir yanım yaprak dökmüyorum her yanım yaprak döküyor. Güzel dostlarım var ama bana ait değiller. Orospu çocuklarını piyasadan çeksek işsizlik problemi biter. Hayatın skalası çok hızlı abi çok hızlı. Her zamankinden sonsuz kat daha hızlı dönüyor dünyanın tekerleri. Her zamankinden daha fazla giriyor bir yerlerimize. Yaz saati uygulamasına dönsek de ömürlerimizi bir ömür ileri alsak..
Belki de apolitik fenomenlerden tiksinmiyoruz. Belki de böyle bir dünyayı filmlerde bile izlemedik. Belki de böyle şeyler yalnızca dünyalarda olur canımın içi. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunları bilmiyordum. Belki eski dostlar görürdük sokaklarda yol açtığımız. Saça göre tarak bulamazsak anadilde çekeriz acımızı demiştim. Çiban kalbimizde çilelerin içinden çıkıyordu o zamanlar. O zamanın aşkıyla iyi aşık olmuştum demişti şayir.Ha unutmadan; İçinizdeki İrlandalı da bendim, gezdiriyordum. Sitkom dizilerin efektleri gibiydi gülüşlerimiz. Esnaf lokantalarından karanfil kokan ağzımızla yaktığımız sigaraların dumanı, kirpiği kaşına değen kızların serabını gösteriyordu. Dünyanın en Allahsız şehrinde hayal kurmaya çalışıyoruz. Kimyamız değişmesin diye metropolde boğduk gençliğimizi. Dünya bir tiyatro dekoru olsa da fonda Müslüm çalsa ..
Hayat bizi pezevenklerin elinden kurtarmasa da remix yapılan gülüşlerimiz vardı. Kral Tv'nin alt yazılarındaki sms ler gibiydi gidişin. Cansever'i pek severdi babam. Beyaz Broadway'ini (yeni kasa 95 model) satarken "beyaz kuşum gitti" demişti. Babamın beyaz kuşu gitmişti belki ama paranoyak şehirlerin şizofren belediyeleri Müslüm Gürses'in beyaz takım elbisesinin kana bulanacak kadar yediği dayakları yazlık sinemalarında yayınlıyorlardı.
Saçlarını dağıtırsın rüzgarlara bırakırsın sonra feryad edersin çığlığın boşa gider. Bu puştlaşan sevdaları; üreme organlarının zeki insanlara gösterdiği serap diye tanımlıyordu kafası trilyon olan adam.Biz kutu kutu pense oynamayan çocuklardık oğlum anlatabiliyor muyum? Ama gene çığlıklarımız boşa gidiyordu.
Gönlünüzde otopark sorunu varsa harama helal katmışsınızdır. Rakıya su katmak gibi? İslam filtresinden geçiremediğimiz sevdaları bence putlarından geçirip harmanlayınca cigarayla iyi gidiyordu. Fıkhen yasaktı seni sevmek ama bence güzeldi. Put oldun ama helvadan değil, taştan.
Kabahat sende değil seni sevende de değil.Kabahat, canını dolgulu dişine takmaya çalışırken benim mahsülüm öldükten sonra mı diye şovmen çiftçide. Kabahat, göz ardı edemediği şeyleri koltuk altı yapıp sen sabahları gözünü ovuştura ovuştura trilyon kafayla durağa gittiğinde sabahın köründe kalkıp (sabahın körü mü olur aq? ) makyajını yapmış kahvaltısını etmiş at gibi yellenen kızlarda. Kabahat, yolsuzluk iddalarına ayfon kılıfları üreten kaymakamlarda.Kabahat öğrenciye hayr yapıyorum diye ümmetin malını deri koltuklara on numara mobilyalara harcayıp bu hayrı gene İslamcı öğrencinin cebinden çıkaran yılların teşkilatçısı başkanlarda. Kabahat önce Amerika'da sonra İsrail'de.Kabahat kokakolayı tersten okuyan orospu çocuğunda.
Şimdi tekrar ne yapsam dedritme bana Yarabbi şimdi tekrar ne yapsam dedirt.
İlkokulda öğretmen ünlem işaretini; "heyecan verici cümlelerin sonuna konur hadi örnek verin bakalım.." dediğinde herkes "Eyvah, oley, harika,mükemmel..." gibi ifadeler kullanırken biz tekbir getiren,ezgiler marşlar söyleyen niteleme sıfatı olmayan Müslüman çocuklardık.1 yeni etkileşim olsun istedik açıköğretim hayatımızda. Sevdalar aldı beni ezgisini en güzel söyleyen ben miydim neydim. Bir anda kendimi bin tane salak subay çocuğunun karşısında bulurken.Keşkelere tecavüz edebilen bir kelime olsaydı "başımızın" tacı yapardık elbet. Annesi izin vermediği için anarşist olamayan çocukların Demirkubuz filmleri izleyip izleyip sahne-karakter yorumları yaparak karı kaldırdığı günlerdi. İnsanların farklı olmak için sıradanlaşmaya çalıştığı zamanlardan bahsediyorum evet.Bugün Alaaddin'in sihirli lambası çıksa gelse trafik kilitlenir anasını satayım. Zamana bir çentik atma şansımız olsa Cilalı taş devrine atardım misal. Artık kimse üçüncü sayfa haberlerinden bahsetmiyor.Ülke gündemi yıldızlardan büyük değil ki...Milli irade bizi de sevsin. Zencilerin ve Kürtlerin kendileriyle dalga geçtiği bu yüzyılda konjonktüre sövün ve hayata random gülün.
Yazları kurak ve acılı kışları soğuk ve üzücü geçen coğrafyaları yiyelim bize bir şey olmasın derken, son tek hüznümüzü de döndük bizimkilerle bugün. Dönüşler ve vedalar her zaman dondurma kutusunun içinden çıkan biber salçası olmaz elbette. Şehirler arası otobüslerin mola sancılarında izlediğim bir filmde diyordu adam: "Lan bir daha görmeyeceğin insanlarla neden vedalaşıyorsun" diye. Bir daha çekmemeye azmettiğimiz acılarımızı, bir daha görmeyeceğimizi bilsek vedalaşmaz mıydık ulan?
Hava güzel,zemin acı çekmeye müsait tribünler tıklım tıklım dolu ve Çare Drogba ise biz çekilelim kahpe hayat yapsın muz ortasını. Uykudan uyanıp ince uçlu şarj aleti ararız ama teheccüd aklımıza gelmez be Kamil. Sabah uyandığımızda gökyüzüne değil de telefon ekranlarına bakıyoruz lan Jale.
Teheccüd kelimesinin altını kırmızı ile çizen blogspota da sövelim ulan. Sövelim dağa taşa bayıra. Sövelim Ahmet Kaya çalmayan mekanlara. Sövelim ulan asgari ücretle kendi aralarında yüzük takan fabrika işçisi muhafazakar tosunlara. Sövelim Albert Camus'ya, sövelim bu köle düzenine. Sövsenize lan. Ya da durun sövmeyin sizin günahınız da çekilmez, ben söverim zaten şeriatın kestiği tırnak uzamaz.
Fikri telakki yapamayacağım kadar soğuk, götümün buz tuttuğu bir Finlandiya günüydü. Neyse,bindim metroya indim lojmanlarda. Yürüdüm yürüdüm, elimde karanfil vardı yaprakları buz tuttu. İlk gördüğüm konteynıra attım lanet bitkileri.Ağzımın üstünde bıyığım vardı buz tuttu onun biraz üzerinde sümüğüm vardı o da buz tuttu. Vardım dergahına yara dilendim. Merdivenlerden çıktım 9 numaraya iki defa tıklattım. Ses yok bir daha tıklattım gene ses yok. Çantamı kucağıma alıp oturdum oraya. Sonra sızmışım, yarım saate uyandım. Zile bastım tokmağa vurdum, tokmağa vurdum zile bastım.Açan yoktu.Ses de yoktu. Tekrar dışarı çıktım. Köpekler vardı, az ilerde bir park buldum oturdum. Saatler geçiyordu hem sinirliydim hem şaşkın hem öfkeli hem aç hem susuz hem de kasvetli. Yaklaşık 2 saat parkta bekledikten sonra tekrar yokuş yukarı olan sokağa tırmandım. Apartmanın önüne geldim. Baktım yukarıdan bir gölge geliyor ufacık adımlarıyla acele acele nefes nefes kalmış bir yavru ceylan silüetinde. İlk gördüğümde sırtında siyah bi sırt çantası vardı.Durdu bana baktı anahtarları cebinden çıkardı sonra tekrar baktı. Hayvan gibi kahreden bir gülüş attı gözleri gülüyordu anasını satayım. Arefe günü memlekete bilet bulmuş Kırşehirli mevsimlik işçi gibi gülüyordu.Ama sessiz,çıt çıkarmadan sadece bakarak gülüyordu. Sonra ben o gülüşü görünce. Götümün,bıyığımın,sümüğümün ve içimin buzları eridi anasını satayım.Ömer öfkem, aygırlaşan sinirim ve bilimum olumsuz sinir stres bir anda gitmişti o bakışla. Apartmandaki o yeni boya kokusunu hala duyabiliyorum.
-Onur bey burası personel odamız burada sigara çay içebilirsiniz, tabi önce bana söylerseniz daha iyi olur ısısısısı (hoyrat ve yapmacık bir kahkaha ile) -Tabi Cemşit bey. -Evet,burası da depomuz askılar falan var gördüğünüz gibi.İlerleyen dönemlerde siz de burayı daha iyi tanırsınız zaten.Şu oda da lavabo ama sakın müşteri kullanmak isterse izin vermeyin sadece personelimize aitttir lavabomuz. -Yani sadece biz zıçabiliyoz? (ahahahaha) -Şurası da reyon bilgisayarımız burada mağazamızda bulunmayıp diğer şubelerimizde bulunan ürünleri görebilirsiniz.Bilgisayarla aranız iyidir inşallah ısısısısısıs ? -Evet evet derdimi anlatacak kadar biliyorum. -Şimdilik bu kadar yeter tekrardan hayırlı olsun Onur bey. Başlayabilirsiniz takıldığınız yerlerde bize sormaktan çekinmeyin lütfen. -Ben teşekkür ederim Cemşit bey eyvallah.
1.78 boylarında gözlüklü embesil bir tip Cemşit bey. Reyon flusuymuş (yönetici gibi bir şey sanırım).Sabahtan akşama kadar boş boş geziyor bir bok yaptığı yok.İlk günden canımı sıktı,aşırı derecede emir kipi kullanıyor. Maria hanım, at gibi tabir ettiğimiz cinslerden.Muhtemelen bekar ve sevgilisi var.Yanılmıyorsam sevgilisi aldatıyor. Evde kalacak gibi. Nurettin bey 1 , güler yüzlü samanyolu dizilerinde oynamış gibi nur yüzü var ama içini bilemem tabi. İniesta yok mu ya? Hah onun gibi bi şey. Çok tatlı bi adam.Allah bozmasın Nurettin bey 2, bu da Yeşilçam filmlerindeki kötü adam rolünden fırlamış ikinci mağaza müdürü. Tam anlamıyla aktör. Sağa sola sürekli "clark" atıyor. Necmiye hanım, iki hafta önce işe girmiş. Kısır gününden fırlayıp gelmiş gibi bir havası var.Aşırı salak. Remzi abi,şirketin temizlikçisi, gelen geçen eziyor.Yeni olduğumdan ses çıkarmıyorum ilerleyen zamanlarda bu gidişe bir "stop" diyeceğim.
Yorucu ve sıkıcıydı. Tipler karikatür gibi sanırım her gün bir öykü çıkarabilirim bu iş yerinden to be continued........
Devrim yürüyüşlerinde pankart ben olurdum, sapı sen sevgilim.
Şimdi büyüdük.
Yürüyüş dediysem eylem miting hikaye.
Devrim dediysem Burger' a işemekti sevgilim.
Sen ayakta işeyemezdin ben işerdim.
Kalplere falsolu attığın o serbest vuruşunu,
Üst direk gönlüme almıştı sevgilim.
Devlet erkanı bizi sevmezdi
Sen devlet erkanını isim zannederdin.
Zeytinburnu sokaklarında yediğimiz meybuzu hatırladın mı sevgilim?
Ben hatırlamıyorum zira.
Bugün ahlaksızlık yaptım
Şiir yazdım.
Soysuzlar ülkesinde soysuzluk para etmiyorsa dertler coğrafyasındaki tuzluklar paha biçilemez demişlerdi. Biz de aynısını yaptık acılarımıza baharat attık. Çevrim içi muhabbetlerin yerini rus salataları ince uçlu şarj aletleri aldı. Dokunmatik kalplere parmak uçlarının büyüsü işlemeyince cansız bedenler ölü ruhlara gebe olurmuş. Biz de öyle yaptık evrensel ihtiyaçlar kisvesi altında kara aynalar doğurduk.Denizleri aşıp gelseydi kurbanı olurduk elbette bu kentler ah bu kentler siksen sikilmeyen bu kentler. Dermanı yarda da değildir boşuna benimle uğraşma Doctor.
Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?
Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul’un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.
Bir adam bekledik Kayseri’den, Sivas’tan, Diyarbakır’dan, Konya’dan, Bursa’dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; “Çeçenistan ne olacak?” diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?
Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin “aşk” dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir “aşk”ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?
Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!
Şubat soğuğunda Eskişehir-Adana yolunda yollar çarpıyor sağdan soldan tokat gibi. Fonda deli gibi söven bir melodi. Paltomuz ince acıyı geçiriyor.Açlıktan değil acıdan kokuyor ağzımız.Bizim yaralarımız tanıdık yaralar değil.Hayatımız ve ölümümüz, ölümümüz ve hayatımız, biz ve hayat ve ölümümüz. Yüreğimiz koflaştı mı bilmiyorum ama mola sancıları taşlaştırıyor zihnimizi. Şubatın can yakıcı bir acısı var.Merkezi belirsiz bir keşmekeşi. Nefes alıp verirken aldığım nefesin fazlasından fazlasını içimde tutmama rağmen aldığım nefesten daha çok veriyorum hayata.Bu aradaki fark da Şubatın farkı, 23 yaşında bir adamın kaybettiği kurallarının farkı. Kaybetmek her zaman kolaydan kolaydır. Yıllarca biriktirdiğin beyazları bir küçük siyah nokta griye çevirebilir.Sonra aldığın o nefesteki kaybolan miktarı griye doğru üflersin ve simsiyah olur. Hatalar kumaşından diktiğin takım elbise ile nefsinle sarmaş dolaş pozlar verirken sana kapkara bir kravat hediye ederler.Artık çevrimin son darbesi de gelmiştir.Kazandığını zannettiğin büyük lokmalar tabakta duruyordu.Tabak sana kilometrelerce mesafede uzaktı.O lokmaları rengi siyahtı.Senin rengin beyaz.Fıtratında var olan lokmalarda beraber yürüdün,yürüdün,yürüdün...Amacın lokmanın tadına bakmaktı.Küçük dünyandaki büyük nefsin lokmaların hepsini yedirtti sana.Acı duymadan tuzlayarrak yedin.Doymamıştın, doymamış olarak kendine döndün. Mevsimler geçti.Rengin bir şeylere gark olmaya doğru gidiyordu.Direksiyonu kırıp ters yöne girdin.Kendi elinle yaptığın lokmaların tadına bakmayacaktın aslında.Veda etmeye gelmiştim dedin.Veda edemedin tam olarak.Üzerinde arap saçı kalmıştı.Cevapsız sorular,tükenen kalemler,yorulan zihinler,kızaran kadayıflar,ışık yakıyorlardı. Bilemedin,yapamadın,yapmadın,durmadın,olamadın,yetmedi...
Ne güzel demiş "Hayaloğlu", şimdi bunlardan geriye yalnızca "yaşama telaşı kaldı". Bizim eskiden bir de şehadet sevdamız vardı,koşuşturmaca arasında kurban verip ekmek arası yediğimiz. Ya zafer ya şehadet haykırışlarımız vardı boncuk boncuk önümüze dökülen.Metin Yüksel yürüyüşü vardı faiz kokan caddelerde. Sisli geceler arasından sıyrılıp gelen Malcolm edası vardı yüzümüzde. Pankartlarımız vardı korku salan yüreklere. Buralar eskiden dutluktu gibi bir giriş oldu haliyle lakin bu bir iç döküştür,bir sitem bir feryattır, fazla duygusal olmaya gerek var mı? Evet var! Söz gerek bize şafağa en yakın yerden muştular ipine tutunmak için.Eylem gerek Nuh'un son seferine bilet için. Safa-Merve arasında seller gibi ter akıtmak gerek Hacer gibi.. 21.yy da vahyin yasakladığı her şeyin alenen ilmik ilmik işlendiği, tuzların yaraya göre sipariş edildiği, mevsim normallerinin dibinde seyreden sünnet çizgisi ile bırakın fikir-söylem-eylem birliğini, tuttuğumuz saçma sapan pankartların saplarının elimizde kaldığı dönemde mehdi gelse dahi çeşitli mazeretlerle (uyku sınavlar otobüs trafik vs) silahlı cihada dahi geç kalacak durumdayız.Allah bize azim heyecan heyecan ve heyecan versin o pankartın sapı olarak ölmek yakışmaz bize.